Agop Ensar-yan

 


2007 yılıydı. Latin Amerika’daki hizmetleri tecrübi bir gözle rasat etmek maksadıyla kıymetli bir ağabey uzun bir seyahate çıkacakmış, kendisine refakat edecek birisine ihtiyaç hasıl olmuş ve seyahatin ilk güzergahı olan Buenos Aires’teki vakıfla, benim görev yaptığım yer arasında bir sponsorluk anlaşması olduğundan, benden rica ettiler ve ağabeyin çantasını taşımak misyonuyla Arjantin’e ilk seyahatimi gerçekleştirmiş oldum. Ben bu seyahatin yalnızca Buenos Aires ayağına iştirak edecektim ve sanırım 3 ya da 4 gün kaldım. 

Muhacirliğe taç giydiren gökçek yüzlü arkadaşlar karşıladı bizi orada. Butik bir okulumuz ve okulla yan yana bir vakıf binamız vardı. Vakıfta düzenlenen yemekte  misafirlerimiz olacağı söylendi ve o akşam bizi büyük bir sürpriz hatta beni bilkuvve çok kıymetli bir dostluk bekliyordu. O akşam tanıştım Agop ağabeyle. Yanında yiğit mi yiğit başka bir arkadaşı daha vardı. Yaşlıydılar ama zamana meydan okurcasına dimdik ve dipdiriydiler. Çok uzun zaman önce Türkiye’yi terk etmek zorunda hissedip Arjantin’e gelen Ermeni kökenli, Anadolu sevdalısı iki Arjantin vatandaşıyla tanışmak oldukça ilginç bir tecrübeydi. Gayet güzel Türkçe konuşuyorlardı. Her halleri bizi andırıyordu sanki. Buram buram Anadolu kokuyorlardı.

Agop ağabey 40’lı yılların sonunda istemeyerek, göz yaşlarıyla ayrılmış vatanından. Birkaç sene sonra 6-7 Eylül olaylarının gerçekleşmesi, bu ayrılığın hiç de anlamsız olmadığını tasdik etmiş sanki. Öfkeliydi, öfkesi o günlerden bahis açıldığında yüz işmizazlarından, ses tonundan anlaşılıyordu. Fakat sapla samanı birbirine karıştırmayacak kadar insaflı ve aydındı. Öyle olmasaydı, Türkiye’den hizmet etmek maksadıyla gelen gençlerin faaliyetlerine ciddi tepkilerle yaklaşan Ermeni diasporasına rağmen, arkadaşların kapısını çalan ilk Ermeni olma ve onlara Ensarlık yapma nezaketini gösterebilir miydi?

İster istemez konu 1915 olaylarına geldi.  Agop ağabeyin, yaşananlara anlam verememenin ve bu dram dolu düşmanlık hikayesinin tabiri caizse nükleer tesirinin yıllar sonra kendisini de vatanından etmesinden duyduğu hüzün karşısında, kendisine “Türkiye’de devlet zulmünden istihkakı olmayan çok az topluluk olduğunu, hanedan üyelerinin bile yıllarca Türkiye’ye dönmelerinin bile yasaklandığını“ söylediğimi hatırlıyorum. O günlerde, kendisini ülkenin asli unsuru olarak gören birisinin ifadeleri elbette Agop Ağabeyin yanan sinesine merhem olmamıştı. O günlerde hicret, bizim için ofansif ve iradi bir tecrübeydi. Hicrete mecbur edilmenin ne demek olduğunu yıllar sonra öğrenecektik.

Belki O’nun bu ızdırabının azaldığı tek yer arkadaşların huzurlu atmosferiydi.

Ayrılacağım  gün Beytullah Efendi’nin kayınpederinin hazırladığı, muhteşem  asado(mangal) ziyafetinden sonra, uzun dönüş yolunda, bu ülkeye mümkün olduğunca çok insan getirmenin planlarını yaptım. Agop ağabeyle herkes tanışmalıydı. Üstelik Arjantin turistik olarak da çok orjinal bir destinasyondu. Ama pahalı ve uzun bir seyahate insanları ikna etmem gerekiyordu.

Güney Amerika’nın mevsimin keyifli bir seyahat için uygun olduğu bir dönem için bir gezi organize ettik ve yaklaşık 20 kişiyi ikna ettik. Oldukça zahmetli ve uzun, iç uçuşların fazla olduğu riskli bir seyahatti. Iguazu şelalesine, dünyanın en büyük ikinci buzulu olan Petit Moreno buzuluna gidilecekti. Buzulun olduğu Ushuaia denilen yer,  (el fin del mundo) güneyde insan yaşayan son nokta idi. Iguazu şelalesini görünce, daha evvel Niagarayı ziyaret eden bir dostun yanıma gelip: “abi Niagara bunun yanında musluk” dediğini hiç unutmuyorum. (Kanadalılar alınmasın) Ama bu seyahati ben Agop ağabeyi merkeze alarak organize etmiştim ve son iki günü Buenos Airese ayırdık. Muhteşem bir asado ziyafetinden sonra vakıfta Agop ağabey ve arkadaşları, o samimi tavırlarıyla ve anlattıklarıyla misafirleri mest ettiler. Herşey hayal gibi ve herkes mutluydu. Ve sonunda İstanbul’dan gelen dostlara itimaden Agop ağabeyi ve hiç tanışmadığımız eşini Türkiye’ye davet ettik.

Daha sonra kabul buyurursa yakın dostum Mustafa Bey’in de gayretleriyle Agop ağabey talebimize olur verdi ve mübarek gün geldi çattı.

 Çok ağır bir işin altına girmiştik. Aziz misafirlerimiz Devlet Başkanı gibi ağırlanmalı ve Türkiye’den mutlu ayrılmalıydı. Herbir saat tek tek planlandı. Mesai arkadaşlarım bu iş için seferber olmuşlardı. Kendi semti ve akrabalarının yoğun yaşadığı Kurtuluş Semtinde bir otel ayarlandı. Nihayet Atatürk Havalimanında kendilerini çiçeklerle karşıladık ve muhtereme eşi Maria hanımla ilk kez karşılaşacaktık. Kendisi kökeni Harput Ermenilerindendi ve Türkçe bilmiyordu. Türkiye’ye ilk gelişiydi. Heyecanla beraber tedirginliği gözünden okunuyordu. Ama o da en az Agop ağabey kadar insan canlısıydı. Benim 1 hafta sonra bir Umre seyahatim vardı ve ilk bir hafta bizatihi kendim alakadar oldum. Ertesi gün Eyüp’e gitmek istedi ağabey. Orada ailesinin bağlı olduğu bir kilise varmış. Gördüğü herkese Hizmet Hareketini anlatma heyecanını tarif edemem. Kilisenin avlusuna girer girmez rahip ve rahibelere ben ve eşimi göstererek “işte bunlar hizmetten insanlar. Ortada bir kavga varsa bunlar çözecekler” minvalinde  bir şeyler söyledi. Sonra Eyüp Sultana gidelim dedi. Eyüp Sultanı ve camiini ziyaret ettik. Dönüş yolunda bizimkiler duymasın, hepten müslümana benzedik diye espri yaptı. İstanbulda, adalar da dahil tüm akrabalarıyla beni tanıştırdı. Her haliyle örnek bir dava adamını hatırlatıyordu. Onu yakından tanıdıkça hayretim her geçen gün daha da artıyordu. Ziyaretlerinin asıl maksadı olmasa da, seyahatleri Türkçe olimpiyatlarının olduğu bir döneme denk gelmişti. Bunu da değerlendirmek istedik ve olimpiyat komitesi yasaklamış olmasına rağmen, Ganalı ekibin desteğiyle, olimpiyattan önce korsan bir program organize ettik. İstanbulun bir coğrafyasının en mühim devlet erkanı ve önemli iş adamları oradaydı. Gösteriden sonra Agop ağabeyi konuşma yapması için prazente ettik ve bunun üzerine bir konuşma yaptı. Aslında O’nun o güne kadar gördüğü Arjantin’de olup bitenlerdi. Şahit oldukları O’nun için de yeniydi. Aynen şunları söyledi:”İçinizde Fethullah Efendiyi en çok sevenlerinizden birisi benimdir. Bana gönderdiği saati kolumdan nadiren çıkarıyorum. Ama şimdi O kusura bakmasın, ben birşey söyleyeceğim. Ey Fethullah Efendi, bunca işi Sen yapçmış olamazsın, bu iş bir dev işidir. Bu işi olsa olsa Tanrı yapmıştır”. Tüm arkadaşlar böylesi bir idrak karşısında kendimizden geçmiştik. Bu nasıl bir derinlikti! O geceyi asla unutamam. Umre için ayrılmadan bir gün önce bizim fakirhaneye misafir oldular. Gelmesi için zor ikna ettim, çünkü ertesi güne hazırlık yapmamı istiyordu. Ama ailece bu şereften mahrum kalamazdık. Onlar bizim için kutsal birer emanetti. Evimizden ayrılırken 6 yaşındaki kızımın tamamen insiyaki olarak, ayağı hafif aksayan ve ayakkabılarını giymekte zorlanan Maria ablanın ayakkabılarını giydirmeye çalışmasını hayretle izledik. Sanki etraflarındaki herkes ve herşey Cenab-ı Hakk tarafından onların memnuniyetine göre ayarlanmıştı. Mekke’ye iner inmez aradım Agop ağabeyi, bana hayırdır gidemedin mi dedi, hayır abi sizi Mekke’den arıyorum deyince, en kutsal yerinizde de mi beni hatırladın dedi. Benim için basit bir jest, Onun hiç unutmayacağı bir hatıraya dönüşmüştü, zaman zaman hatırlattı bana bunu. Daha sonra Aziz Bey biraderim kendilerini Elazığ’a götürmüş ve çok güzel ağırlamış onları. Aziz beyin anlattığına göre Harput’a vardıklarında Maria abla burası mı benim hiç görmediğim toprağım diyerek hüngür hüngür ağlamış.Nihayetinde görevimiz tamamlanmış ve Arjantin’e sağ salim memnun bir şekilde varmışlardı. 

Aradan birkaç sene geçti, 2015 senesinde Maria ablanın ağır bir felç geçirdiğini öğrendim ve Kurban Bayramında ziyarete gittim Arjantin’e. Cordoba şehrinde bir hastanede yatıyordu. Odaya girince gülümsedi. Agop ağabey: Bak Hocam seni tanıdı” dedi. Hüzünle beraber, buruk bir sevinç kapladı beni. Yanımda Kulubuddaria götürmüştüm ve başında Kaside-i Bür’e okuduk Mustafa Beyle beraber. Itri’nin salatu selamlarına Agop ağabey de iştirak etti mırıldanarak. Mustafa bey yanımızdan ayrılınca Agop ağabey bana: Türkiye’den eskisi gibi destek gelemiyormuş, gelişmeleri takip ediyorum, Mustafa Hocaya maddi destek olmak istiyorum ama etrafım ne der endişelerim var dedi. Sonra başkente döndük. Ayrılmadan önce beni bir kenara çekerek: İsterse bana gömülecek yer ayırmasınlar, elimden geleni yapacağım dedi. Sanırım birkaç ay sonra Maria ablayı kaybettik.

Ben 2016 senesinde Türkiye’deki siyasi sebeplerden dolayı ülkeden ayrılmak zorunda kaldım ve öğrendiğinde beni arayarak “Kulübümüze hoşgeldin” dedi. En son karayolu zahmetine katlanıp Şili’de beni ziyarete gelerek hepimizi onurlandırdı.

Arjantin’de Anadolu’yu terkedip oralara gelen Ermenileri, İzmir Yahudilerini görünce, topraklarımız için ne büyük kayıp demiştim içimden yıllar önce. Meğer bizim topraklarımızın kaderi buymuş. Talih kuşu! şimdilerde bizim başımıza konmuştu. 

Buraya kadar anlattıklarım şahsımın şahit oldukları ve hissiyatıdır. Asıl kahramanlar ise son demlerine kadar Agop ağabeyi hiç terketmeyen Mustafa Bey, Ahmet ve Salih Hocamlar gibi yiğitlerdir. 

Agop ağabeyin soy ismi Arzumanian idi. Eski bir hakem olan ağabeyin son hükmünü hakikatten yana verdiğini söyleyebilirim. Ve acizane benim gözümde Hizmet Haraketi tarihinin en mühim ensarlarından birisi idi. Nurlar içinde yat ağabey…

Yorumlar

Popüler Yayınlar