ÇALINAN SORULAR VE ÇIKIŞ YOLLARI

1977 yılında Hocaefendi’nin Bornova Merkez Camiinde kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplardan oluşan ve “Sorular ve Çıkış Yolları” diye isimlendirilen sohbetlerde, kendisi zaman zaman: “başkalarının vaktini israf etmeme adına, bana cevabını ilmihallerde bulacağınız sorular sormayın” ikazında bulunuyordu. Özellikle Ergenekon davaları ve 2010 referandumundan bu yana, cemaatin hikmetini ilmihallerde bulamayacağımız tercihleri oldu ve belki de hepimizi mutmain edecek izahı yalnızca Hocaefendi yapabilecek. Ama bu durum, Efendimiz(sav)’in manevi tilmizi Üstadımızın ve Sonsuz Nur şarihi Hocaefendi’nin ilan ettiği düsturlarla, içinde bulunduğumuz durumu anlamaya çalışmamıza mani değil.

Öncelikle birşeyi vüzuha kavuşturmak icap eder. Ne zaman idealizmden dem vurup, içe dönük bir kritiğe girişsek, birçok arkadaştan: “ama kardeşim Alemi İslam’da bizden daha iyisini mi bulacaksın” tepkisi geliyor. Bu mülahaza herşeyden evvel “helmin mezid” (daha yok mu) topluluğuna yakışmıyor. Ama yine de gerek Türkiye’deki son yıllarda şahit olduğumuz ahlaki erezyon, ve vurdumduymazlık, geçmişte ve bugün  güçlü olan toplulukların kullandığı ezici metodlarla mukayese edildiğinde, cemaatin müntesiplerinin birçok topluluktan daha ahlaki olduğu aşikardır. Hz. İsa’nın “ilk taşı günahı olmayan atsın” sözünden yola çıkarak, örneğin Ergenekon sürecinde haksızlığa uğrayan insanlara karşı, cemaatin bireylerini vurdumduymazlıkla suçlayan insanlar, bugün bebeklere kadar yapılan zulme, insanlara uygulanan işkencelere ses bile çıkarmamaktadır. Torpil, adam kayırma ve bu tür metodlarla devlet içinde yer edinme, Türkiyedeki hemen hemen her sosyal ve siyasi topluluğun kalkıştığı bir iştir. Polarizasyondan kurtulup, gerçek bir ulus olacağımız güne kadar da bu kargaşa devam edecek gibi görünmektedir. Siyasal islamcılara gelince, onlar hakkında kelam etmeyi zaid görüyorum. Bana göre İslamın muhkem kalesini içeriden Moğollara açan hainlerden farksızlar. 15 Temmuz meselesini ise ayrı tutuyorum. Kritiğe tabi tutmak için elimizde yeterli doneden fazla, tam tersi soru işareti var. Eğer o mesele de birgün KPSS mevzuuna benzerse, mevzudan habersiz olan cemaatin kahir ekseriyeti müstesna, tüzel kişilikle alakalı mülahazalarımı yeniden gözden geçirmek icap edecek. Fakat bizim ölçümüz AKP ve avanelerinin liginde üst sıralarda olup olmamak değildir. Endişemiz, Hocaefendi’nin ifade ettiği, Efendimizin(sav) kardeşlerim hitabına mazhar olma niyazıyla yatıp kalkan bir topluluğun sahip olması gereken kıvamda olup olmamasıyla alakalıdır. 
Gelelim Bediüzzaman ve Hocaefendi’nin kıstasları mevzuuna:

Osmanlı Devletinin zafiyete uğramasıyla, hassaten Tanzimat’tan sonra, o dönemin münevverleri arasında, Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi bir takım ihya hareketleri başladı. Bunların dışında özgün  ve yalnız bir adam diye nitelendireceğimiz Said Nursi isminde birisi Alemi İslamın problemlerini tespit etmekle kalmayıp, çözüm önerileri de sunuyordu. İstibdatın her türlüsüne karşı çıkıyordu örneğin. Hürriyeti, insan olmanın vazgeçilmez bir unsuru olarak nitelendiriyordu. Fikir özgürlüğünü savunuyordu, her türlü müstebit anlayışa rağmen. Maalesef Osmanlı’da sarayın da başı sıkışınca ruhsat olarak kullandığı “çoğunluğun selameti için, birey ya da bireyler feda edilir” diye tarifleyebileceğimiz adaleti izafiye adaletsizliğini net ifadelerle reddediyordu. Bugünlerde cemaatin tenkiline fetva veren Hayrettin Karaman’ın mürteci olarak sırtını dayadığı iptidai ve zalim anlayışı o günden reddetmişti. Maddeci, pragmatist bir dünyada ilkesel ve etik bir duruş sergileyip: “Hak bir gayenin vesileleri de hak olmalıdır” altın düsturunu muhataplarına yeniden ilan ediyordu. Hassaten Ortadoğu’da müslümanların radikalizme doğru evrildiği bir dönemde müspet hareket kavramını bizatihi yaşayarak göstermişti herkese ve arkasında temiz bir miras bırakarak, ilan ettiği tüm prensiplere riayet ederek, bayrağı sonraki nesile teslim edip yadı cemil olarak ayrıldı gitti. 1970’lerin başlarından itibaren Hocaefendi çıktı minbere. Camilerden yükselen alışılagelmiş klişelerden farklı birşey söylüyordu. Gerçi “kaybettiğimiz şeyleri yeniden istirdat etme”, “salih kulların yeryüzüne varis olması”, gibi söylemler üzerinden bir mücadelenin ve küresel bir yarışın ipuçlarını verse de, metod olarak Bediüzzaman’dan farklı birşey söylemiyordu. “Mesuliyet Duygusu” diye bildiğimiz kır sohbetinde: “herkes hayatından emin olabilir, biz husumeti bir daha hortlamamak üzere gömdük” diyordu. Mirasçının vasıflarını bir makalede  ifade ederken, vesilelerin meşruiyeti mevzuuyla alakalı Üstad’la aynı şeyleri söylüyordu. Çivisi çıkmış dünyanın yeniden mübarek eksenine oturması başka nasıl mümkün olabilirdi? Başkaları gibi şaibeli metodları kullanarak, dünyanın gözü önünde bir ütopya inşa etmek mümkün müydü? İşte birçok insanı bu pırlanta düsturlar cezbetti. Ve bugün yokluk imtihanının en zorunu verdikleri halde, Allah’a naz makamında bile sitem etmeyi kulluğun ruhuna ters gören sadakat timsali kullar yetişti. Tarafgirliğin handikaplarından birisi olarak, zaman zaman insafı hissiyata kurban edenlerin oranı çok olsa da, yine de hakkaniyeti teslim etme adına cemaat iyi bir sınav vermektedir. Doğruya doğru, eğriye eğri diyebilme yeteneğini diri tutan belki de yegane anlayış yine Hizmet Hareketi içinde canlılığını korumaktadır. 

Peki herşey prensipler muvacehesinde gayet iyi görünürken birkaç gün önce Bülent Keneş beyin de yazısında ifade ettiği “çalınan sorular” gibi şaibeli durumlar nasıl izah edilebilir? Mesela ileride bir başka cemaat mensubu çıkıp usülsüz dinleme yapanların da, sahte delil üretenlerin de diye başlayan bir yazı yazabilir mi? Herşeyden önce bu gibi usülsüz işlerin birkaç densiz tarafından yapılmış olabileceğine çok ihtimal vermediğimi söyleyeyim. Şu bir gerçek ki, bu cemaat içerisinden ne bir Çiftlikbank yolsuzluğu, ne Reza Zarrab rezaleti, ne de yüz kızartıcı kurumsal bir ahlaksızlık sadır olmamıştır. Rüşvet suçlamasıyla itham edilen meşhur bir Hizmet Hareketi mensubu bürokrat da neredeyse yoktur. Eline sayısız imkanlar geçen birçok cemaat yöneticisinin hesapları MASAK tarafından didik didik edilmiş ama çoğunun fakir olduğu ortaya çıkmıştır. 

Peki birçok meselede gayet ahlaki olan bir yapı niçin kul hakkını hiçe sayarcasına soru çalmak gibi netameli şeylere bulaşmış görünmektedir? İnsaflı olmak gerekirse 1995’li yıllardan beri farklı kesimlere zeytin dalı uzatıp, gelin kardeş olalım diyen Hocaefendidir. Peki karşılığında ne olmuştur? Kaset fırtınası, 28 şubat, idamla yargılanmak ve zorunlu hicret! Sonra 2004 MGK’da alınan kararlar. Yani ne yaparsa yapsınlar, ülkenin jakobenleri tarafından üvey evlat muamelesi bile görmeyen bir yapı. Anladığım odur ki, cemaatin üzerindeki bu ağır stres, ABD Suudi Arabistan ittifakına benzer aşksız bir izdivaç olan AKP işbirliğine cemaati sürükledi ve Erdoğan’ın iş görme tarzı cemaatçi bürokratları da menfi etkiledi. Bir an evvel ne yapıp yapıp artık sopa atılamayacak bir güce ulaşmak istedi cemaat. Kendisini de, nasıl olsa bizim vesilemizle Türkiye harikalar diyarına dönecek, o zaman insanlar metodları konuşmayacak ve bize minnettar olacaklar mülahazasıyla rahatlattı. Yoksa gerçekten Hocaefendi’nin ajandasında rejimi değiştirmek, profan insanların yaşamına kısıtlama getirmek gibi bir gündem hiçbir zaman olmadı. Bugün yaşanan imtihanlar, cemaatin Türkiye’nin genetiğine işlemiş bu türlü problemlerden arınmasını netice verecekse, bu kazanım yaşanan acıları unutturacaktır. Ama özellikle cemaatin merkez bürokrasisinin reflekslerinde bir iyileşme olduğu kanaatinde değilim. 

Gelelim kısaca “çıkış yolları” kısmına. Şunu kabul etmemiz lazım ki, hiçbir zümre veya şahıs meşru kanunların üzerinde değildir. Hocaefendi’nin de ifade ettiği gibi “itibarımız en büyük zenginliğimizdir” ve buna zarar verecek her türlü şaibeli ve usülsüz işten kaçınılmalıdır. Seçilmişlik gibi mülahazalar, hizmeti ciddiye alıp daha fazla gayret etme adına kamçılayıcı olsa da, kendinizi ülkenin ya da dünyanın sahibi gibi görme noktasına gelindiğinde, iş  saçma sapan bir aymazlığa evrilmektedir. Hasılı kelam bir kez daha yolculuğa başlarken düstur edindiğimiz pırlanta ölçülere yeniden dönülmesi ivedilikle icap etmektedir. Kimse layüsel değildir ve olmamalıdır da. Son olarak, henüz uzaya ucuz seyahat imkanları bulunmadığından, bize kucak açan ülkelerden kovulmama adına, insanlığın kabullendiği standartları acilen özümsememiz icap etmektedir vesselam.

Yorumlar

  1. F. Gülen'in soru hırsızlığına kılıf olabilecek fetvası bile var. Kul hakkı yememek adına, bu soruların çıkacağını nereden biliyorsunuz, diyenlere muhtemelen bu fetvadan ilhamla: "Abiler rüyalarında görmüş." diyorlarmış. Peki sorular rüyada görülebilir mi? Bu soruyu F. Gülen Fasıldan Fasıla-4 kitabının "Rüya Hakikatı" başlıklı bölümünde şöyle cevaplıyor: "Meselâ, bazı kimseler, daha sonra kazanacakları bir başarıyı, çok öncesinden rüyalarında görebilmekte ve gireceği imtihan sorularını bütün ayrıntılarıyla müşahede edebilmektedirler. "

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bunun soru çalmayla alakası yok. Rahmetli H Şimşek hoca Ankara ilahiyatta okurken vize sorularını bazen rüyasında gördüğünü anlatmıştı.

      Sil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar